Turkish
TÜFAD Bursa Şubesi
İletişim Online Borç Sorgula

Tarihçe

TÜFAD KURULUŞ HİKAYESİ
5 OCAK 1965'den 5 OCAK 2023'e 58 yıl

05 Ocak 1965 tarihinde Türkiye Futbol Antrenörleri, Menajerleri ve Monitörleri Derneği olarak kuruluşunu tamamlayan, Türk futbolunun en eski Sivil Toplum Kuruluşu (STK) olarak tarihe geçen, yaklaşık 30.000 üyesi ve ülke sathına yayılmış 58 şubesi bulunan derneğimizin kurulması ve gelişmesi elbette kolay olmamıştır. Bunda kurucu üyelerin çabaları kadar derneğe üye olan antrenörlerin katkıları da büyük rol oynamıştır.

Derneğimizin Kurucu Başkanı Saygıdeğer hocamız rahmetli Sahir Gürkan başta olmak üzere, kurucu üyelerimize ve emeği geçenlere minnet ve şükranla anıyor, yaşamını yitirenlere rahmet; hayatta olanlara sağlık ve esenlikler diliyoruz.

05. 01. 2023

TÜFAD Genel Merkezi

DERNEĞİN KURULUŞ FİKRİNİN DOĞUŞUNU DERNEĞİN İLK BAŞKANI, KURUCULARDAN MERHUM SAHİR GÜRKAN ŞÖYLE ANLATIYOR:
"1961 yılı gününü tam hatırlamıyorum. Ankara'da Bedri Kaya ile istasyondan Ulus'a doğru yürüyoruz. Her ikimiz de o tarihlerde işimizin dışında antrenörlük yapıyoruz. Bedri Kaya bir ara " Sahir, Hüseyin Buran'la görüşsen de üçümüz bir dernek kursak" dedi. Bu fikre aklım hemen yattı. Faaliyet gösteren birçok antrenör arkadaşımız vardı. Bunların arasında bir birlik, bir dayanışma yoktu. Hemen ertesi gün Hüseyin Buran'ı buldum, görüştüm. Hiç ilgilenmedi. Olay unutuldu gitti.

1964 yılında Futbol Federasyonu başkanı Muhterem Özyurt'un çabaları ile ilk ciddi A lisans antrenör kursu Manisa'da açıldı. Bu kurstan önce İngiltere Futbol Federasyonu öğretim görevlilerinden Eric Jones Türkiye'ye gelerek, Kuleli Askeri Lisesi tesislerinde 30'dan fazla antrenör namzedine 10 günlük bir kurs verdi. Bu kursta yalnız gençlere dönük teknik ve biraz fizik konuları anlatıldı.

Tabi 1964 kursu farklı idi. Kursu veren Klaus Peter Kirchrath Hamburg bölge antrenörü ve ünlü Alman teknik direktörü Herberger'in asistanlarındandı.

O tarihe gelinceye kadar takımlarımızda ağabey konumunda olan eski futbolcular görev yaparlardı. Bunların bir kısmı yurt dışındaki kurslara da katılmışlardı. Yeterli lisanları olmadığından ellerinde diploma yoktu.

Kirchrath'ın 15 günlük bir kurs için Türkiye'ye gelmesi çok şeyi değiştirdi. Artık antrenörler hiç değilse günlük ve haftalık program yapmasını öğrenmişlerdi. Antrenörlüğün, sahaya çıkıp takımın başında koşmak olmadığını, bu mesleğin bir araştırma mesleği olduğunu öğrenmişlerdi.

O güne kadar elimizde ciddi bir dergi, yayın, tercüme, teknik taktik yazı olmadığından, bilimden uzak saha çalışmaları yapılıyordu. Bir örnek verirsem, o günlerde ne kadar bilinçsiz antrenman verildiğini anlatabilirim sanıyorum:

Bizim futbol oynadığımız devirlerde, ağabey durumunda olan ve 50'li yıllarda Ankara'nın büyük takımlarından birini çalıştıran, çok saydığımız birisi vardı. Haftada 2 antrenman o günlerin geçerli sayılan antrenman sayısı idi. Bu kişi, antrenmanlarda koşu, kültür-fizik ve tabi maçlar yaptırır ve her antrenman sonrasında mutlaka futbolculara saha etrafında 38 tur attırırdı. Neden 37 değil, 39 değil de 38 tur. İşte bunun için Kirchrath'ın gelişi bizde bir dönüm noktası olmuştur.

Manisa'da kurs devam ederken, o yıl İstanbul'da Cihat Arman ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği, kursa katılanları üye kaydediyordu. Bütün arkadaşlar kısıtlı saatler de yapılan kayıtlar için sıraya giriyor, ellerinde giriş aidatları ve fotoğrafları ile sıralarını bekliyorlar. Ben de elimde fotoğrafım, sırada arkadaşlarla sohbet ediyorum.

Kayıtları arkadaşımız Selahattin Torkal yapıyor. Tam sıra bana geldi, Sahir'ciğim şu anda çok işim var ayrılıyorum, sonra dedi. Bu davranışı beni çok üzdü. Bir daha denemeye karar verdim. Üçüncü defa aynı muameleye maruz kalınca kendi kendime " Türkiye'de antrenör derneği bir tane olacak diye kanun yok. Ankara'ya gider bir dernek de biz kurarız " dedim. Nitekim onlar bir genel kurul bile yapamadan dağıldılar.

Manisa'daki kurstan döndükten sonra, kursa katılan arkadaşlarım Sabri Kiraz, Ziya Taner, Günaydın Özyurt, M. Ali Par, Yüksel Doğanay, Mustafa Ertan ve Hüseyin Buran ile görüşerek, kursta öğrendiklerimizi Ankara'da faaliyet gösteren diğer arkadaşlarımıza da anlatalım dedik. O tarihlerde Devlet Demiryolları Meslek Okulunda müdür muavini idim. Akşamları dershanelerden birisini bu konuya ayırabilirdim. Pratikleri de Beden Terbiyesi Bölge Müdürü arkadaşımız Sami Yavrucuk'un sağladığı imkanlarla 19 Mayıs iç ve dış sahalarında yapabilirdik.

Duyurularımızı yaptık ve Temmuz sonunda 17 kişiyle kursu açtık. Kursumuza rahmetli Muhterem Özyurt bile ziyarette bulundu.

Kursun son günleriydi. Odamda Günaydın Özyurt ile ertesi günün programını yapıyorduk. Ziya Taner içeride ders veriyordu. Günaydın birden , sahir, Ankara'da bir dernek kuralım mı ne dersin' deyiverdi. Ben dünden razıydım. Hemen Ziya Taner'e anlattık. O bu gibi düşüncelere çok yatkındı. Dershaneye girdik, kursiyerlere açıklama yaptık. Kursa katılıp başarılı olanlar kurucu üye olabileceklerdi. O kursta herkes başarılı oldu.

Evrakların hazırlanması, vilayete müracaat aylar sürdü. Cemiyetin adı " Türkiye Futbol antrenörleri Cemiyeti" idi. Kasım ayında vilayetten yazı geldi, görüşmek üzere davet ediyorlardı. Gidip dernekler masasındaki görevli ile görüştüm. Derneğin ismini kullanamıyorduk, çünkü İstanbul'da aynı adla bir dernek vardı. Bu suretle derneğin yeni ismi ortaya çıktı: " Türkiye Futbol Antrenörleri, Menajerleri ve Monitörleri cemiyeti" Monitör antrenör yardımcısı ve amatör takım çalıştırıcısı anlamında uzun yıllar kullanıldı ve çok sayıda monitör kursu da açıldı.

Evrakları derneğin yeni adı ile tekrar hazırladık ve vilayete teslim ettik. 5 Ocak 1965 tarihinde ismimiz tescil edildi ve derneğimizin kuruluşu resmen kabul edildi. İlk işimiz cemiyete bir posta kutusu almak oldu. P.K. 337 Ulus/Ankara. İlk aidatlarımızı da bastırdığımız makbuzlar karşılığında kasamıza yatırmıştık. O gün çok sevinçliydik.

Ve nihayet derneğin kuruluşu gerçekleşmiştir.

Karşılaşılan Zorluklar
Derneğin kuruluşundan 1970'li yıllara kadar karşılaşılan zorluklar ve çekilen sıkıntılar, hor görülmeler cemiyete katkısı olanlar tarafından çok iyi bilinmektedir. Geçen bu zorlu günler merhum Sahir Gürkan'ın ağzından şöyle anlatılmaktadır:

Cemiyeti kurmuştuk, her gün toplanıyor, aramızda konuları tartışıyorduk. Bir daktilo, bir teksir makinemiz bile yoktu. İlk ziyaretimizi Futbol Federasyonu başkanı merhum Sn. Orhan Şeref Apak'a yapma kararını aldık. Muhterem Özyurt Manisa kursundan 4 ay sonra istifa edip ayrılmıştı. Orhan Şeref Apak'ı ziyaret edecek, temasları sıklaştırma imkanlarını arayacak, o günlerde 2 binin üzerinde bulunan amatör takımların ihtiyaçları olan antrenörleri yetiştirme fırsatlarını değerlendirmeye çalışacaktık.

Yönetim kurulumuz topluca, büyük bir çikolata kutusu yaptırıp Fevzi Çakmak sokağındaki federasyon binasına gittik. Bu bina, derneğimizin şimdiki tapulu dairesinin karşısına yakın bir yerdeydi, halen gene orada eski haliyle duruyor.

İbrahim Onuk Bey, federasyonda daire müdürü idi, bizi başkana götürdü. Hepimiz ayaktaydık, elimdeki paketi bir iki söz söyledikten sonra masasına koydum. Kendisine son derece saygımız vardı. Türk Futboluna o günlere gelinceye kadar sayısız hizmetler yapmıştı. Antrenörlere de sayısız hizmetler vereceğinden emindik.

Orhan Bey kutuyu hafifçe eliyle itti ve "Benim çikolata sevmediğimi bilmiyor musunuz, hem İstanbul'da bir dernek varken, sizin derneğe ne gerek var" deyiverdi. Donup kalmış, söyleyecek söz bulamamıştık. Oradan oturmadan çok üzgün ayrıldığımızı hatırlıyorum. Daha sonraki günler biraz yatıştık, ne de olsa futbolumuza hizmet vermiş bir büyüğümüzdü, fazla alıngan olmamalıydık, bunun faydası da yoktu. Bir hafta sonra her zamanki gibi İbrahim Onuk'u ziyarete gittim. Orhan Bey daireyi dolaşırken beni gördü. "Gel bakalım" diyerek odasına götürdü, çay ikram etti. Bu beni biraz cesaretlendirmişti. Federasyona ziyaretlerimi sıklaştırdım. Zaten 4 - 5 yıldan beri temsilci ve gözlemci olarak görev yapıyordum. Ve bir gün kendi kendimden cesaret alarak ağzımdan kurs lafı çıktı. Başkan bu kelimeye kesinlikle karşı idi. Manisa kursu 54 mezun vermişti, bu sayı şimdilik yeterliydi.

Orhan Bey'in karşısına öyle zırt pırt çıkılmazdı, çıkılamazdı. Zaten bizlere dernek olarak sempati ile baktığını da sanmıyordum. Bu sebepten ilişiği seyrek tutmaya özen gösterdim. O sıralarda Cihat Arman milli takımın başında idi. Belki bizim ısrarlarımız, belki de büyük ihtimal, Cihat Arman'ın telkinleri ile Manisa'daki kursun aynısının 1965 yılında İzmir'de Kirchrath tarafından açılmasını federasyon kararlaştırdı. Aynı müfredat, aynı süre, aynı öğretim görevlisi ile hatta belki de biraz daha genişletilmişi sunuldu. Ama kursun seviyesi B lisans oldu.

Kurstan sonra 3 günlük bir seminer yapıldı. Seminere Manisa'da kurs gören antrenörler katıldılar. Kirchrath beraberinde Almanların dünyaca ünlü masörü Deuser ve bir de doktor getirmişti.

Cihat Arman bir toplantıda Ankara'da başka bir dernek açılmasını eleştirdi, sitem etti, ses çıkarmadık. O gün Arman'ın teklifi ile karar alındı, birkaç ay önce vefat eden ünlü eski futbolcu ve Manisa kursu mezunu Vahap Özaltay'ın mezarını ziyarete gidecektik. Mezarlığa önde Cihat Arman ile gittik. Mezarın etrafına dizildik. Bir köşede Kirchrath bizlere bakıyor. Cihat iki dakika kadar durdu, bekliyorduk bir şeyler söylesin diye. Ne bir ses, ne de bir kelime. Başladı otobüse doğru yürümeye, tören bitmişti. Kirchrath şaşkın şaşkın bizlere bakıyor. Bu olay hala içimde bir sızı gibidir. Neden sustum neden bir şey söylemedim. Toprak mezarı neden aramızda toplayacağımız para ile düzenlemek teklifinde bulunmadım. O büyük futbolcuya, Türk futbolunu yıllarca Fransa'da Avrupa'da duyuran futbolcuya

layık olan bu muydu? Ya Kirchrath böyle bir mezar ziyareti hakkında düşünceleri neydi acaba ona karşı da ayıp olmuştu.

Dünyada futbol değişiyordu. Yeni bilgileri aktaracak imkanlar kısıtlı, bu işleri görev bilecek olanlar olaylara uzak kalıyor, futbol federasyonu ilgisini hiç mi hiç göstermiyordu. Yeni kurulmuş derneğin kurucuları ve üyeleri umulmayacak bir özveri ile çalışıyorlardı. Günaydın Özyurt, Kazım Türesin, Erkan Kural 19 Mayıs stadının tribünlerinde, ellerinde makbuzlar, üyeleri takip edip aidat topluyorlar. Ziya Taner devamlı tercümeler yapıyor. Ben işyerimde mumlu kağıtlara bu notları geçirip, kıt imkanlarla teksirleri hazırlıyor, geceleri toplanıp bunları üyelere göndermek üzere paketliyoruz. Ve bu çalısmaların yıllar yılı artarak devam etmesine rağmen, bir günden bir güne tek bir arkadaşımın of be yeter artık diye sızlandığını duymadım. Karşılıksız hizmetten zevk alıyorduk.

1965'in Kasım ayında bir bahane ile tekrar Orhan Bey'in odasına gittim. Kursların açılması önerimi tekrarladım, ülkemizde nasıl iptidai çalışmalar yapıldığını anlatmaya çalıştım. "Çalışmalar madem iptidai bu kadar vasıflı futbolcu nerden çıkıyor" diye sordu. Cevap vermeme zaman tanımadan" bir de kurslara katılacaklara tahsil şartı konulması gerektiğini orda burda söyleyip duruyormuşsun. Bu ülkede milletvekilleri okur yazar olarak meclise gelebiliyor, cumhurbaşkanı olma hakkını bile kazanıyorlar, siz antrenörlere tahsil düşünüyorsunuz. Bak ben sana söyleyeyim, size kurs açtırmayacağım, gerekirse kendi antrenörlerimle kursları açarım."

Artık ben de bıkmıştım bu tartışmalardan. O günlerde Cihat Arman A milli takım, Şeref Görkey ümit milli takım, Sabri Kiraz da genç milli takımdan sorumlu idi. "Siz bu kadro ile kurs açamazsınız ama biz dernek olarak kursları açmaya başlayacağız" dedim. Bunu dedim ama tam bir hazırlığımız yoktu, birkaç ay geçmesi gerekiyordu.

Bu arada Orhan Bey, Sabri Kiraz'a görev vermişti. Kursların açılması için hazırlık yapılmasını, Manisa, İzmir kurslarının notlarının çoğaltılmasını ve arkadaşlarına görev vermesini istemişti. Sabri Kiraz bunları bize anlatıyor, tek başına bu işin yürümeyeceğini, diğer iki arkadaşın ise konulara sıcak bakmadığını söylüyordu.

1966 yılında Eskişehir'den Galip Türkkan her zamanki gibi Ankara'ya geldiğinde benim işyerime uğradı. Kendisi Yugoslavya'da yıldız düzeyde futbol oynamıştı ve Ziya Taner'in yakın arkadaşıydı. Futbolda eğitime en az bizler kadar inanıyor ve gönüllü çalışıyordu. Kendisine Orhan Şeref Apak'la olan tartışmamızı anlattım, "kursları biz açarız" diye diklendiğimi söyledim ve ne yapabiliriz diye sordum. "Te be yahu bu kolay iş, ben Eskişehir'de bi bakayım, açarız orda bi kurs sen merak etme" dedi.

Derneğin Açtığı İlk Kurs
1966'nın Nisan ayında basın vasıtasıyla Eskişehir'de cemiyetin ilk kursunu açacağı duyuruldu. Galip Türkkan 28 antrenör namzedini bir araya getirmişti. Eskişehir Devlet Demiryolları salonunu İsmet Ulaş temin etmiş, misafirhaneyi de garantilemişti. Mustafa Gerçeker de sahaları kullanmamıza izin vermişti.

Cemiyetin bütün öğretim üyeleri kendi masrafları ile Eskişehir'e taşınarak 15 günlük kursu açtılar ve başarı ile sonuçlandırdılar. Bu kurs çok ciddi ve disiplinli geçti. Yapılan sınavlarda 5 kişi başarısız oldu ve kurs 23 mezun verdi. Cemiyetçe bastırdığımız diplomaları kurs mezunlarına dağıttık.

O tarihlerde Eskişehirspor, teknik direktörü Abdullah Gegiç'in yönetiminde çok başarılı maçlar çıkarıyor ve bir Anadolu takımının ilk defa 1. lige çıkma şansı gittikçe artıyordu. Eskişehirspor'un bu durumu federasyonun da ilgisini çekiyordu. Mayıs ayında her maça federasyon başkanı, daire müdürleri maçları takip için Eskişehir'e gidiyordu. Lig maçı öncesi amatör takımlar maç yapıyor, kurs görmüş antrenörlerin takımları devamlı başarılı oluyorlardı. Statta şeref tribününde bu yüzden bizim açtığımız kurs konuşuluyor ve federasyondakilerin kulakları bunları devamlı işitiyordu.

Haziran ayında Orhan Şeref Apak beni çağırttı. Gene ne vardı, merak ediyordum. Eskişehir'de kendi kendimize bir kurs açmıştık. Şimdi bunun hesabını mı verecektik? Bu ihtimale göre hazırlandım. Biraz da hırslı idim. Odasına girdim, beni öptü, çay söyledi ve konuştu:

"Bak Sahir Eskişehir'de açtığınız kursu işittim. Çok güzel geçmiş, biz bu işi beceremiyoruz. Cemiyet olarak bundan sonra kurslarımızı siz açın."

Birdenbire bir balon gibi söndüğümü hissettim. Aylarca bir iddia, hırs ve azimle çalışıp, sıkıntı ve yokluklara göğüs germiş ve birden ipi göğüslemiştik. Sanırım Orhan Bey hayatında ilk ve son defa kullanmıştır bu cümleyi. Onun için becerememek diye bir kelime yoktu çünkü.

Arkadaşlarla bir araya geldik, durumu tartıştık. Önemli ve tarihi bir görev üstlenmiştik. Başarılı, çok başarılı olmamız gerekiyordu. Bunun için de iyi organize olmalı, çok çalışmalıydık. Bu arada bize bu şartların hazırlanmasında büyük rolü olan Eskişehir kursu mezunlarını da unutmamalıydık. Onların kurs denkliklerini federasyon kabul etmeliydi. Kurs planlamalarını yaparken denklik olayını da hallettik.

İlk kursumuzu Kütahya'da bunun hemen arkasından bir kurs da Bursa'da açacaktık. Federasyon harcirah vereceği için maddi sıkıntımız da azalacaktı. Bölgeler bize yatacak yer verirlerse gerisini idare ederdik. Onu da hallettik. Sıra kursun teknik hazırlıklarına gelmişti.

Kurs başladı ve güzel geçiyordu, bu işi sevmiştik. İnsanlara birşeyler vermenin zevkini yaşıyorduk. Artık yeni bir meslek ve mesleğin neferleri oluşuyordu. Bu bizler için büyük mutluluktu.

İlk Büyük Seminer
Derneğimizin ilk büyük semineri, 7 Haziran 1969’da Antalya’da açılacaktı. Mayıs ayının sonlarına doğru Antalya’da bölge müdürü Süleyman Erol ile semineri organize etmeye çalışan üyemiz Antalya bölge antrenörü Fevzi Büyükyıldırım, gün aşırı telefon ediyor, semineri başka yere alın, görülmemiş cehennemi bir sıcak var, geceleri bile çalışma yapamayız diyordu. Biz de bir şey yapamazdık. Bildiriler, duyurular yapılmış, davetiyeler gönderilmiş, otel rezervasyonları dahi yaptırılmıştı. Adnan Süvari’nin önerisiyle Romanya’dan fizyolojist antrenör Nicolae Petrescu ile kondisyoner Teoderoscu Dimitru isminde bir uzmanı da seminer programına almıştık.

Semineri İngiliz teknik direktör Walter Winterbottom verecekti. Winterbottom’ın tercümanlığını Candan Tarhan, Petrescu’nun tercümanlığını Zeki Erbilgin yapacaktı. 4 Haziran 1969 Cuma günü akşam treni ile İstanbul’a gidecektim. Cumartesi günü sabah Petrescu ve Dimitru, akşam da Winterbottom eşi ile gelecek, uçakla Antalya’ya gidecektik. Hareket günü öğleye dogru MIT’ten telefon ettiler, Zeki Erbilgin’in önemli bir işi çıkmıştı gönderemiyorlardı. Hayatımda ilk defa kalp krizi geçireceğimi sandım. Perişan olmuştum, o saatten sonra ne yapacaktım. Telefonda benim halimi anladılar herhalde ki akşama kadar mutlaka bir başka Romence konuşan tercüman bulacaklarını söylediler. Saat 3’de Raif Gence ismindeki tercüman odama gelmişti. Romence’yi iyi biliyordu, Romen kafilelerini Türkiye’ye getiriyor, mihmandarlıklarını yapıyordu. Ben, Candan Tarhan ve Raif Gence akşam treni ile İstanbul’a hareket ettik. Sabah gelen Petrescu ile Dimitru Raif Gence ile birlikte Ankara’ya uçtular. Günaydın, Erkan Kural, Fevzi Büyükyıldırım’la birlikte Antalya’da idiler ve misafirleri karşılıyor, seminer düzenlemelerini yapıyorlardı. Winterbottom’lar da geldiler ve Talya Oteli’ne yerleştiler.

Pazar günü bölge binasına gittiğimde sorunların en büyüğü ile karşılaştım. Süleyman Erol Bey üzgündü, ama yapabileceği bir şey yoktu. Orhan Şeref Apak, talimat vermişti, sahaların cemiyete tahsis edilmemesini istemişti. Peki pratik dersleri nerede yapacaktık. Seminer dediğin yarı yarıya sahada geçerdi. Ortada kalmıştık. Bu günkü gibi telefon bağlantıları mevcut değildi ve günlerden Pazar’dı. Gene de Süleyman Bey ne yaptı etti Beden Terbiyesi Genel Müdürü Sn. Ulvi Yenal'ı buldu ve benimle konuşturdu. Yenal şaşırmıştı, bu ne demekti. Bir cemiyet o güne kadar yapılmayan beceriyor, kendi imkanları ile mükemmel bir seminer düzenliyor, yabancı ülkelerden öğretim görevlileri getiriyor, federasyon engeller çıkarıyordu. Hemen telefona Süleyman Bey'i istedi, kesin talimat verdi ve sorumluluğu Süleyman Beye yükledi. Nasıl rahatladığımızı tahmin edersiniz. O günden itibaren seminer çok büyük bir düzen içinde geçmeye başladı.

7 Haziran Pazartesi sabahı saat 9'da Beden Terbiyesi bölge binası önünde 120 antrenör toplandı. 14 antrenör, yönetim kurulundaki arkadaşların önerisi ile seminere ücret ödemeden alındılar. Ödeme yapacak imkanları yoktu, onlarsız seminer ise düşünülemezdi, çok fedakarlık yapmışlardı cemiyet için. Önde şehir bandosu, Türk bayrağı, cemiyetin flaması, Antalya caddelerinden 3 kilometre ötedeki Atatürk Meydanına yürüdük, heykele çelenk koyduk, milli marşımızı söyledik ve stada döndük. Kafilenin bütün sorumluluğu bölge müdürü Süleyman Bey’deydi. O dürüst, centilmen, becerikli bölge müdürünü unutmak mümkün değildir. Büyük özveri gösteriyordu ve sayesinde her şey saat gibi işliyordu.

120 antrenör salonda 10'arlı sıralarla dizildiler. Herkeste lastik ayakkabı olmadığı için salona hepimiz çorapla giriyorduk. Bando milli marşımızı çaldı, hep birlikte söyledik. Antalya valisi bir konuşma yaptı, Antalyaspor kulüp başkanı, bölge müdürü Süleyman Bey, Winterbottom ve Petrescu antrenörlere hitap ettiler. Ve saat 11'de seminer salonda başladı, öğleden sonra sahaya çıkıldı, İlk günün dersleri Winterbottom'ındı. Hava daha iyiydi. Hararet mevsim normallerinin altına inmişti. Winterbottom o güne kadar hiçbirimizin bilmediği, görmediği konuları işliyor, sahada mükemmel bir pratik gösterisi yapıyordu. Hepimiz bütün antrenörler durumdan çok mutlu idik. Çekilen sıkıntılara değmişti.

Ertesi gün Petrescu’nun dersleri başlamıştı, Raif Gence Romence'yi iyi konuşuyordu ancak teknik terimleri bilmiyordu. Petrescu’nun söylediklerinin hiçbirini anlatamayacağını anlamıştı. Başka bir çözüm bulundu. Petrescu Fransızca konuşacaktı, Muhtar Tucalan Türkçeye çevirecekti. Eh az biraz bir şeyler çıkmaya başladı ama yeterli değildi. Bir şeyi anlamıştık. Petrescu çok değerli ve bilgi yüklü birisiydi. Bunu sonraki yıllarda daha iyi anlayacak ve futboldaki ölçüm esaslarını, testleri, fizyolojik olayları ondan öğrenecek, maç grafiklerini ve diğer ölçümleri sahaya onunla indirecektik.

Teoderescu daha ziyade pratik gösteri yaptığı için fazla sıkıntı çekilmedi. Ama seminerin yükü Winterbottom'da idi. Daha ilk gün başarı telgrafları gelmeye başladı. Spor bakanından, Ulvi Yenal'dan, kulüplerden, spor adamlarından gelen telgrafların sayısı 40'ı geçmişti ve hepsini spor salonunun camına asıyor okunmasını sağlıyorduk. Seminerin 3. günü olmuştu ancak hala federasyondan kutlama mesajı gelmemişti. Bütün antrenörler infial içerisindeydi. Bu ne demekti? Aramızda Günaydın gazetesinden 4 gazeteci arkadaş da vardı. Seminer öncesi çok rica ettiler, semineri yakından izlemek istiyorlardı. Düzeni bozmayalım diye kendilerine eşofman giymeleri ve semineri kursiyer gibi takip etmeleri halinde izin verebileceğimizi söyledim. Bu arkadaşlar öneriyi kabul ettiler, her akşam o günkü çalışmaları çok geniş bir biçimde İstanbul'a geçiyorlar, ertesi gün gazete tüm yurda haberi yayıyordu. Büyük sansasyon olmuştu.

Futbol Federasyonunun ilgisizliği gazeteci arkadaşları harekete geçirdi. Telefonla durumu İstanbul'a bildirmişler, orası da Ankara’daki muhabirlerine görev vermişler. Onlar da gidip federasyondakilere antrenörlerin bu infiallerini duyurmuşlar. 4. gün öğleden sonra federasyondan telgraf gelmiş, cama yapıştırılmıştı. O gün Alanya’ya gezi yaptık, denize girdik, piknik yaptık. Gazeteci arkadaşları cemiyete fahri üye yaptık. Seminerin son günü akşamı Antalyaspor kulübü şerefimize 150 kişilik bir yemek verdi. Onlara müteşekkirim. Güzel konuşmalar oldu, öğretim görevlileri seminerin başarılarını kastederek ve antrenörlerimizin seminer boyunca gösterdikleri uyum ve ciddiyeti belirterek, ne zaman istersek ülkemize gelebileceklerini ifade ettiler. Daha ne olsundu? 12 Haziran Cumartesi akşamı geç saatlerde yemek sona erdi. Ertesi gün arkadaşlar yavaş yavaş Antalya’dan ayrılmaya başladılar ve seminer böylece sona erdi.

Bu seminerin yankıları yıllarca sürdü, antrenörler aynı seviyede bir seminerin tekrarını isteyip durdular.

Yabancı Antrenör Yasağı
1970'li yılların sonuna kadar zamanın büyük bölümü Türk antrenörlerinin varlıklarını ispat etmekle geçmiştir. Yurt dışından ve hele Yugoslavya'dan öyle antrenörler geliyordu ki, onların yaptıklarını gördükçe, duydukça insan utanıyordu. Nerede ise ben antrenörüm diyen yabancı herkese kulüpler kucak açıyordu. Artık bu durum mizah haline gelmiş, sahnelerde, televizyonlarda, karikatürlerde eleştiriler oluşmaya başlamıştı. Yabancı patentli olmak bir ayrıcalık haline gelmişti.

Türk kökenli Yugoslav antrenör Abdullah Gegiç, Eskişehirspor'u Türkiye 1. ligine taşıdıktan sonra parlamış, büyük kulüplerimiz kendisine kadrolarında yer vermişlerdi. Gegiç hakikaten çok bilgili ve yetenekli bir spor adamıdır. Gelişmeleri takip eden, akademik kariyeri olan bu kişi daha sonra Almanya'da doktorasını verdi ve doktor unvanlı tek antrenör olarak hizmet vermeye başladı.

Ne zaman ki Gegiç Türk tabiiyetine geçmek için müracaat etti, kendisine kulüplerden gelen teklifler kesilmeye başladı. Gegiç Türk olmuştu. Bu kadar yabancı antrenör hayranlığı vardı ki ölçüyü kaçırmışlardı. Bu ise bir son vermek gerekiyordu, daha 1975 yılında yapılan İzmir seminerinde bütün antrenörlerimizin isteği bu yöndeydi.

1978 yılında Federasyon başkanlığı yaptığım dönemde yabancı antrenör yasağını getirdik. O günlerde antrenör arkadaşlarıma yaptığım bir konuşmada, bu fırsatı iyi değerlendirmelerini, aksi halde bizden sonra geleceklerin bu kararı değiştirebileceklerini söyledim, nitekim öyle de oldu. Bugün şartlar değişmiştir, bu gibi yasaklar artık konamaz ama artık antrenörlerimiz de kendilerini iyice ispatlamışlardır. Yabancılardan çok daha üstündürler.

Ömür törpüsü bu mesleğin başarılı olabilmesi için eğitime, bilgiye ihtiyaç vardır. Bunu Türkiye'de başlatabilmek birilerine nasip olacaktı. Cemiyetimiz ile birlikte buna öncülük etmekten büyük bahtiyarlık olur mu?

Antrenörlerin birbirleri ile rekabeti meydan savaşına çevrilmemelidir. Kendi arkadaşlarımızın başarılı ve de üstün yanlarını açıkça söylemeliyiz. Ne mutlu ki son yıllarda bu çizgi biraz aşıldı."

TÜFAD Bursa Şubesi © 2023 - Tüm Hakları Saklıdır